Aşağıdaki yazıyı yazmasını istedim, beni kırmadı Emre Pekçetinkaya, değerli asistanım, yazdı. Çobanlık deyip geçmeyin; bir de onun gözüyle görün, onun kaleminden dinleyin!
***
Ortaokulun iki yılını İstanbul’da yaşayan ailemden uzakta bir kasabada okudum. Annem de babam da burada doğmuştu ve akrabalarımızın çoğu bu kasabada yaşıyordu. Ben ise daha önceleri sadece kısa bayram ziyaretleri için gelmiştim. İstanbul’daki yaşamdan sonra buradaki yaşama alışmakta zorluk çekiyordum. Seksenlerine yaklaşmış olan dedem ve babaannemin on yıllardan beri yaşayıp geldikleri düzenlerini anlamaya ve ona uymaya çalışıyordum. Aynı şekilde okuldaki ortama ve yeni arkadaşlarıma uyum sağlamam da uzun zaman almıştı. Yaşadığım bu yeni yerde çoğu zaman kendimi yalnız hissediyordum diyebilirim.
Orada geçirdiğim ilk günlerde amcam ve oğullarının peşine takılıp meralara inek otlatmaya gitmeye başladım. Şehirde yaşadığım için inekler o zamana kadar nadiren görebildiğim devasa, ilgimi çeken canlılardı. Kendi hallerinde etrafta gezinip otlamaları bile benim için seyredilesi bir şeydi. Hem yakınlarında olmak isterdim hem de fazla yaklaşmaya çekinirdim. Çobanlık gibi, benim onları ve onların beni kabullendiği bir rolde bulunmak bu ilgimi doyurmak için çok isabetli olmuştu.
İki evin sahip olduğu yaklaşık 15 hayvanı önümüze katıp köye birkaç kilometre uzaktaki otlaklara giderdik. Amcam, hayvanlar için uygun olduğunu düşündüğü bir yer bulduğunu hissedince bir ağaç gölgesine otururduk. Sonrasında ise ben pek yerimde durmaz zamanımın çoğunu börtü böcek merakıyla etrafta gezinerek geçirirdim. Otlakların içine serpiştirilmiş gibi duran peri bacalarına tırmanır, mağara deliklerinden ızgara gibi görünen kayalık yamaçları seyrederdim.
Biraz sonra amcam bir ateş yakar, sırt çantasındaki demliği çıkarır, közde bir güzel çay demlerdi. Bazı şanslı günlerde o çantadan ekmek, çökelek peynir ve birkaç domates de çıkardı.
Çok zaman geçmeden, bu işte hevesli olduğumu gören yengem okuldan sonraları hayvanları otlağa götürebileceğimi söyledi. Bu teklifi beni heyecanlandırdı ama aynı zamanda tedirgin etti. Fakat yengem bu teklifi yaparken oldukça rahattı ve yüzünde olağandışı bir durum olduğuna dair bir ifade yoktu. Bu sakinlikten güven alarak ben de “tamam!” dedim. Yine de başıma gelebilecek türlü kötü ihtimaller aklımdaydı. Çünkü zaman zaman belediye hoparlöründe kaybolan bir ineğin, ya da bulunan bir atın anonsu yankılanırdı. İlk kez yalnız başıma gideceğim günkü heyecanım ve gerginliğim, okuldan eve uçar gibi gidişim, üstümü değiştirip yengemlerin evine giden yokuşu tırmanışım gözümün önünde… O gün ve sonraki günlerde aklımdaki kötü ihtimallerin hiçbiri gerçekleşmedi.
İnekleri ahırdan çıkarıp peşleri sıra takip ederken, kapı önlerinde oturan teyzeler takdir dolu gözlerle bakarlardı. Yine aynı teyzeler dönüş yolunda biz önlerinden geçerken, ineklerin doyup doymadığını bir bakışlarıyla anlarlardı. (Bu benim gözümde epey özel bir yetenekti.) Ve keskin bir ifadeyle görüş bildirmekten geri durmazlardı; “Hayvanlar doymamış!” ya da “Pek iyi doymuşlar!” Aldığım bu görüşler gerçekten de benim o gün otlaktaki tutumumla uyumluluk gösterirdi. Çünkü ilk zamanlarda, bu cüsseli arkadaşlara sözümü geçirebiliyor olmanın gururunu daha fazla hissetme arzum ve otlaktaki en güzel otları bulup yedirmenin hayalini taşımam sebebiyle onları kendi haline bırakmaz sürekli hareket halinde olmaya zorlardım. Ve hayvanlar iyi otlayamamış, doymamış olurlardı. Otlağa, onlara söz geçirerek kendimi tatmin etmek için gelmemem gerektiğini ve artık bu noktada onların yerine en güzel otu aramamam gerektiğini fark edince bu davranışımdan kısa sürede vazgeçtim. İçime sinen bir yer bulunca onları kendi hallerine bırakmaya başladım. Böylelikle dönüş yolumuzda kapı önlerinde oturan teyzeler de gözüme daha tatlı görünmeye başladılar.
Kasabada kaldığım iki yıl boyunca her fırsat bulduğumda bu işi büyük bir keyifle yaptım. Benim için en keyifli anılardan oldular. Aradan geçen yıllardan sonra o günlere dönüp baktığımda hissettiğim bu keyif duygusunun sebeplerini daha iyi görebiliyorum.
Her şeyden önce yaklaşık 15 inek bana emanet ediliyordu. 12 yaşında bir çocuk olarak güven duygusunun tadını hissediyordum. Orada kimse bana “sana güveniyorum” diye bir sözü doğrudan söylemezdi. Bu sözün dile getirilebileceği bir iletişim ve ilişki farkındalığı yoktu. Fakat iki ailenin geçim kaynağı olan bu inekler bir anda bana emanet edilebiliyordu, bu “sana güveniyorum” demenin en doğal ve kendiliğinden yoluydu. İşe yaradığımı hissettiğimden artık kendimi daha büyümüş olarak görüyor, yetişkinlerin önemli meseleler üzerine sohbetlerine - sözgelimi; yem fiyatları ya da veteriner işleri - daha bir sorumluluk hissederek kulak veriyordum. Ve kendimce önemli bulduğum bir düşünceyi söze karışıp ifade etmek için fırsat kolluyordum. Sadece “güvenilir olma” duygusunu yaşamayı değil, “güvenerek yaşama” duygusunu da görmüş oluyordum. Çünkü bir tek bana güvenmenin dışında kasabaya, kasabanın insanlarına, hayvanlara ve ıssız otlaklara da bir güven duygusu vardı.
Bir diğer başlık ekonomiydi. Otlağa gittikleri gün hayvanlar evdeki stoklardan yememiş oluyorlardı. Aynı zamanda taze çayırlarda otlayan ineklerin süt üretimi ciddi miktarda çoğalıyordu. Yani beslenme gideri azalıyor, satılabilecek süt miktarı artıyordu. Maddi olarak da işe yaradığımı hissetmek keyifliydi. Varlığımın etrafımdakilere fayda getirdiğini göstermem gerektiğini hissediyordum. Orada kapladığım alanın çocuk bedenimden daha büyük olması için ekonomik katkı sağlamam önemliydi.
Diğer bir sebep ise emeğin tadını keşfediyor olmak ve sıradan gibi görünen şeylerin kıymetini fark etmekti. Yengem bizim eve her hafta 5 litrelik süt dolu bir şişe yollardı. Süt dolu bu şişe, benim onlara yardımcı olmamın karşılığı olarak gönderilmiyordu; yıllardan beri devam eden adetleşmiş bir durumdu. Fakat şimdi artık o sütün tadında, okuldan çıkıp koşar adım eve gitmenin nefes nefese kalmışlığı, üstümü değiştirip inekleri ahırdan çıkarmanın heyecanı, otlakta devasa emanetlerimle bir başıma kalmanın tedirginliği, en sonunda ise eve sağ salim dönmenin mutluluğu vardı. Ve az önce söylediğim gibi çantadan çıkan bir domates mutlu ediyordu evet, fakat bu mutluluğun belirleyicisi, açlığın miktarı ve domatesin çıkma ihtimalinin düşüklüğünden kaynaklanıyordu. Eğer domates çıkmazsa bundan sonra görülen domatesler de aynı domates olmuyordu artık. Kıymeti fark edilmişti.
Sonuncu sebep ise etrafımdakilerin öyle hemen gözleyebilecekleri ya da ifade etsem bile önemseyecekleri bir şey değildi; benim hayvanlarla aramda olan bir şeydi. Oradaki hayat içinde doğal olarak hayvanları otlağa götürmenin başlıca sebebi ekonomik ihtiyaçlardı. Benim için ise en özel sebeplerinden biri ahırda tüm günü bağlı olarak geçiren hayvanların kapıdan çıktıkları andan itibaren zıplayıp hoplamalarına, sevinçlerine tanık olmaktı. Bu sevinçlerine aracılık ediyor olmak ne büyük mutluluktu… Ekonomik değeri olmayan bu sevinçlerin benim için yaşamsal bir değeri vardı. Yalnızlık çektiğim bu yerde, var olduğumu ve benimle olmaktan hoşnut olduklarını hissettirirlerdi. Ve belki de benim ve onların gözden kaçan ihmal edilmişliklerimiz bu şekilde birbirini avutuyordu. Ben onların adamıydım, onlar da benim dev dostlarımdı.
***
İneklerin sevinçlerine yol açan bir şey yapmak….
Onlar benim dev dostlarımdı, diyebilmek!
Teşekkürler Emre! Kalemine sağlık.
Okuduğunuz için teşekkürler; selamlar, sevgiler.
Kaynak: Doğan Cüceloğlu Facebook Sayfası
Bir yorum yazın
E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır. Zorunlu alanlar * ile işaretlenmiştir. Gerekli özen gösterilmeden yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.