New York’taki Quest to Learn ve Kamboçya’daki Liger Learning Center uyguladıkları inovatif öğretim modelleri ve yeni eğitim içerikleri ile adını dünyaya duyurmayı başardı.
Hatırlarsanız 1989 yılında yayınlanan Geleceğe Dönüş II filminde Marty McFly, gelecekte 21 Ekim 2015 tarihine seyahat etmişti. İçinde bulunduğumuz bugünde acaba bir öğrenci Doc Brown’un DeLorean ismindeki aracı ile filmde yer alan geleceğin okulu Hill Valley High’a gitmiş olsaydı, bugünle kıyasladığında ne tür farklılıklar gözüne çarpardı.
Halen birilerinin çıkıp, kendi kendine bağlanan bağcık ya da uçan kaykay pazarlamasını beklediğimiz bu günlerde eğitim ortamlarında yaşanan inanılmaz gelişmelere rağmen, öğretim metotlarında radikal bir değişme olmaması çok düşündürücü. Buna rağmen bir yandan temkinli davranan diğer yandan da öğretmenlerinin belirli kalıpların dışına çıkmasına müsade eden okullar olduğuna da şahitlik ediyoruz. Bu tür kurumlar, bu şekilde davranarak öğrenci ve öğretmenlerine, kendi öğrenme-öğretme süreçlerinin başına geçme şansını verdiklerini savunuyorlar.
Yetenek Bağımsız Öğrenme Modeli
Bu tür okullara bir çok örnek verebiliriz. 21. yy. şartlarına uyarlanarak örnek okul konsepti ile New York’ta kurulan The Quest to Learn, konu işleme sürecinde oyun kullanımının öğrenci katılımını arttırdığını ve çocuklara modern dünyanın karışıklıklarını daha iyi yönetme yeteneği kazandırdığını savunuyor. Tabi burada Super Mario ya da Twister gibi efsane oyunlardan bahsedilmiyor. Bu merkezde oyunlu etkinlikler öğrencilerin yapıcı sorgulamayı hayata geçirmesini hedefliyor. Mesela buradaki öğrenciler İngilizce edebi yapıları hikaye anlatımı aktivitesi ile öğrenirken, hastalarının vucutlarına seyahat eden mikroskobik bir doktoru hayal ederek biyoloji işliyorlar.
Okulun müdürü Arana Shapiro en iyi oyunların bütün sınıf seviyelerine hitap edebilenler olduğunu söylüyor. Konular, okul yılı başında öğrencilere sunulan zorlayıcı kurgusal bir ortam içerisinde, bir oyunun prensiplerine göre öğretiliyor. Akabinde öğrencilere bu zorluğu göğüsleyebilecekleri bilgi ve donanıma sahip olmalarını sağlayacak dersler ve aktiviteler dizayn ediyorlar.
Shapiro, çocukların, yaşları ilerledikçe daha gerçekçi problemleri çözmek istediklerini söylüyor. Fantastik ve üretkenlik gerektiren etkinliklerin ilerki yıllarda çocukların ilgisini çekmediğini anlatan Shapiro, “Bir okul ancak öğretmenleri kadar iyi olabilir. Bakın, öğretmenlerin eğitimde oynadığı hayati rol hep unutuluyor. Hep öğretmenlerin harfiyen takip etmeleri gereken müfredatlar yapılıyor. Biz öğretmenleri bir ders tasarımcısı rolünde görüyoruz ve onlara bu misyonlarında destek oluyoruz. Ayrıca çocuklara 21. YY vatandaşı olarak yetişmesi için yardımcı olmaları ve çocukları içine alacak ders etkinlikleri yapmaları için kendilerine tavsiyede bulunuyoruz” diyor. Buradaki yetkililerin en büyük çabası çocukları yeteneklerine göre gruplandırma anlayışından uzaklaşmak. Onlara göre bu tür bir eğilim başka ayrımcılıklara sebep oluyor ve çocukların kabiliyetleri ne yönde olursa olsun proje tabanlı öğrenme sistemi çocukları her şekilde ilerletiyor.
Toplum Hizmeti Yapan Bir Eğitim Kurumu
Kamboçya’daki Liger Learning Center’dakilerin yaptıkları çalışmalara bakılırsa onlar bu işi oldukça ileriye taşımışlar. Toplum problemlerine çözümler bularak bunlara yerinde müdahale etmişler ve çeşitli kampanyalar başlatmışlar. Böylece sadece başarılı değil, ileride değişimi tetikleyebilecek liderler yetiştirmeye başlamışlar.
Bu arada, çocuklara üzerinde çalışmaları için sunulan problemler ise tamamen farklılık gösteriyor. Örneğin bir gün ’insan nasıl girişimci olur’ çalışması yapan gençler başka bir gün ülkelerindeki hayvan türleri üzerinde inceleme yapabiliyorlar. Okulun öğrenme koordinatörü Jeffrey Holte hava şartlarından ötürü sınıf dışı ortamlara çıkamadıklarını üzülerek ifade ediyor ve kendi coğrafi bölgelerindeki öğrencilerin dünyasının sınıf olduğunu söylüyor.
Sınıfları Olmayan Okul
Danimarka Kopenhag’da bulunan proje temelli çalışan bir diğer okul Ørestad Gymnasium ise ‘sınıfları olmayan okul’ olarak biliniyor. 16-19 yaş aralığında binden fazla öğrencileri var ve bunlar tamamen numaralandırılmış ‘öğrenme alanları’nın bulunduğu, duvarları olmayan büyük etrafı açık bir mekanda çalışıyorlar. Müdür Allan Andersen, burayı tasarlayan mimarların yüzde elli öğretmen yönetimi, yüzde elli bağımsız öğrenci merkezli öğrenme felsefesine göre hareket ettiklerini söylüyor. Ayrıca tüm analog ürünleri bir kenara bırakıp yüzde yüz dijitalleşmişler. Dersler tamamen laptop, ipad ve Google Apps kullanılarak verilirken, öğretmenler öğrenciler etrafında dolaşarak onlara destek oluyorlar. Bir kerede tüm sınıfa hitap etmek imkanının olmadığı bu tür ortamlarda öğrencilere rehberlik etmede bilişim teknolojilerini kullanmanın önemi daha da artmış. Öğrencinin dersi ile alakalı herşey sanal dünyada yer alıyor ve bu sayede öğrenciler sadece tüketen değil aynı zamanda içerik üreten bir rol üstleniyorlar.
Müdür Andersen, “Bu sistemde bağımsız öğrenciler, yaparak öğrenenlere göre daha avantajlı oluyor. 21.YY'da iş hayatı, yaşantılar, sosyalleşme, alışveriş ve bilgi tüketimi hep dijitalleşti. Bu sebeple öğrenmenin de buna adapte olması ve çocukların, geleceğin yetişkinlerine şu anda verilmesi gereken becerilerle donatılması gerekiyor. Çoğu okul bu değişim trenine biniyor. Ancak bu pedagojik inovasyonun dünya seviyesinde ne getireceğini zaman gösterecek” diyor.
Bir yorum yazın
E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır. Zorunlu alanlar * ile işaretlenmiştir. Gerekli özen gösterilmeden yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.