-
Geleceğin eğitimde yön bulacağı bu çağda, geleceğin eğitimine katkı sağlamak için kurulmuş bir dernek olan GED eğitim için yapılan her çalışmada bulunmak ve katkı sağlamak üzere faaliyetlerine devam etmektedir.
Eğitim. Yenilik. Gelecek.
Çocuklarımıza 21. yüzyıl becerileri kazandırmak gündemimizde. 2004 yılında öğretim programları değiştirildiğinde, çocuklara “eleştirme, sorgulama, problem çözme, empati kurma, iletişim” gibi beceriler kazandırılmasına bir çok derste yer verildi. Bu beceriler Türkçe dersine de Matematik dersine de konuldu. Şimdilerde bu becerilere 21. Yüzyıl becerileri der olduk. Sayın bakanımız Ziya SELÇUK’un ifadesiyle aslında bunlar her dönem insanının, kazanması gereken kadim beceriler.
Bu becerilerin programlarda yer almasının üzerinden 15 yıl geçti. O zaman birinci sınıfa başlayan çocuklar şu anda üniversiteden mezun olmak üzereler. Peki bu gençler bakanlığın amaçladığı 21. Yüzyıl becerilerini kazanmış durumdalar mı? Kazanamamışlarsa sorun nerede?
Etrafımıza baktığımızda, ellerindeki telefondan başlarını kaldırıp da karşılaştıkları insanlara selam vermekten aciz, duygu düşüncelerini iki kelime ile ifade edemeyen, kendi sorunlarını çözemeyen, anne baba himmetiyle ayakta duran, toplumsal sorunlara karşı son derece duyarsız, başkalarını anlamayan, empati kuramayan, yanlışları sorgulayamayan, eleştirileri yemek programları kıvamından öte gidemeyen, ekip çalışmalarına uyum sağlayamayan asosyal bir geçlik görüyoruz. Bu gençlerin amaçlanan becerilerin neredeyse hiçbirini kazanamadıkları ortada. Bırakın 21. Yüzyıl becerilerini, günlük yaşam becerilerinin bile çoğunu kazanamamış durumdalar.
Bunu okullar ve aileler açısından ele alacağım.
Öğretmenin inanmadığı hiçbir eğitim hedefi gerçekleştirilemez. Öğretmenler öğrencilere bu becerileri kazandırma konusunu hiç önemsemediler. Programlar değişti ama öğretmenler kendi bildiği gibi ders işlemeye, konu anlatmaya devam ettiler. Ders kitapları değiştirilerek içeriğine öğrencilere bu becerileri kazandırmaya yönelik etkinlikler konuldu ama bir kısım öğretmen bunları derslerde işlemek yerine ev ödevi olarak verdiler. Türkçe dersinde dil bilgisi işlemeye, matematik dersinde soru çözmeye devam ettiler.
Okul yönetimleri öğretmenlerin çalışmalarını izlemediler. Öğrencilerin 21. Yüzyıl becerilerine sahip olup olmadıklarıyla ilgilenmediler. Onlar için önemli olan iyi liselere birkaç öğrenci sokulması ve törenlerde kıpırdamadan duran, hiç sesi çıkmayan sınıfların olmasıydı.
Anne babalara gelince; onlar okulu kurtarıcı olarak gördüler. Kendi evlerinde çocuklarına bu becerileri kazandırmaya yönelik çalışmalar yapmadılar. Oysa bu becerilerin çoğu daha küçük yaşlardan itibaren kazanılacak tutumlardı. Çocuklarla ilgilenmek, eğitmek yerine onların eline telefon, tablet, bilgisayar vererek başlarından savdılar. Çocuklar, kendi aileleriyle bile doğru dürüst iletişim kuramayan, aileye uyumda zorlanan, kendi başına ayakları üzerinde duramayan, anne babasını anlamayan, empati kuramayan kişiliklere sahip oldular.
Bakanlığın kusuru da vardı elbette olup bitende. En başta öğretmen eğitimleri yetersiz yapıldı. Öğrencilere bu becerilerin kazandırılması konusunda öğretmenler ikna edilmedi. Alanda olup biten izlenip tedbir alınmadı. Liselere geçişte sınav sistemi defalarca değiştirildi ama hepsinde de öğrencilerin becerileri değil bilgilerine değer verildi. Eğitim, bilgi-beceri-değer dengesini bir türlü yakalayamadı. Tüm bunlara rağmen az da olsa denetimin zoruyla bir şeyler oluyordu ki o da beş yıl önce kaldırılarak bozulmanın önü iyice açıldı.
Çocuklara 21. Yüzyıl becerilerini kazandırmak yeniden gündemde. Daha önce başaramadığımızı bu sefer başarabilmek için hatalarımızdan ders almalıyız. Yoksa tarih tekerrür etmeye devam edecektir.
1. Öğretmenler beceri kazandırmanın önemine inandırılmalı.
2. Bilgi kadar beceri kazandırmaya da önem verilecek şekilde programlar, ders kitapları, eğitim materyalleri yeniden düzenlenmeli.
3. Beceri kazanım ölçekleriyle süreç takip edilmeli.
4. Beceri kazandırma konusunda ailelere eğitim verilmeli, böylece okul desteklenmeli.
5. Rehberlik ve denetim en kısa sürede yeniden getirilmeli.
Bu yazımı, hayatının baharında intihar eden öğrenciler M.Ö (14 yaş), A.A. (16 yaş), A.B.Y.(13 yaş), O.K. (14 yaş) T.S. (14 yaş) ve F.E’ye (16 yaş) ithaf ediyorum.
Islak kaldırımlarda, bir su gibi süzülerek ilerledi çocuk. Okulun kapısından girerken güvenlik görevlisini gördü. Ona “Günaydın” demek geldi içinden ama o her zaman olduğu gibi yüzüne hiç bakmadı. Çocuk sözünü yuttu ve okula akan çocuklara karıştı. Okul kapısından girerken içini bir hüzün kapladı. Merdivenlerinden çıkmak istemiyordu ayakları. Sınıfın olduğu koridorda duvara yaslanıp soluklandı. Öğrencilerin çığlıkları okul koridorunda yankılanıyordu. Yanından birçok çocuk geçti, kimse selam vermedi.
Sınıfın kapısı açıktı. Bazı öğrenciler ders için kitap ve defterlerini çıkarmakla meşguldü. Bazı yaramaz öğrencilerse şimdiden itişip kakışmaya başlamışlardı bile. İçeri girdi, kısık bir sesle “Günaydın” dedi. Selamına kimse karşılık vermedi. Başı önünde sırasına yöneldi. Tüm çocuklar ikişer kişi oturuyordu, sadece onun yanında kimse yoktu. Bir sıra arkadaşı olmasını çok istiyordu ama herkes kendi arkadaşıyla oturduğu için o yalnız kalmıştı. Sessizce kitabını çıkarıp beklemeye başladı.
Öğretmen sınıfa girdiğinde herkes ayağa kalktı. Öğretmen “Günaydın çocuklar!” dedi. Hep bir ağızdan “Günaydın öğretmenim!” diye bağırdılar. En çok o bağırdı, belki sesim duyulur diye. Öğretmen fark etmedi. Derste hep aynı çocuklara sorular sorar, aynı çocuklara söz hakkı verirdi öğretmen. Onları daha çok sevdiği hissedilirdi. Diğerleri hep onlarla arkadaş olmaya çalışırlardı. Kendisi de birkaç kez yanlarına gitmiş oyunlarına katılmak istemişti ama yüz vermemişti çocuklar. Üzülüp bir kenara çekilerek onları izlemişti.
Bir keresinde öğretmen, beden dersinde dörtlü grup olmalarını istemişti çocukların. Sınıf 29 kişiydi. Herkes dörtlü grup olmuş, o tek kalmıştı. Hiçbir grup onu almak istememişti. İşte o zaman gözyaşlarını tutamayıp ağlamıştı çocuk. İçinde biriktirdiği tüm gözyaşları dökülmüştü yanaklarından bahçenin bir köşesinde.
O da diğerleri gibiydi. Neden kimsenin kendisiyle arkadaş olmak istemediğini bir türlü anlamıyordu. Tüm çocuklar oynarken, duvar dibinde bekleyen bu çocuğu kimse fark etmedi. Kimse sormadı halini. Varlığı kimsenin umurunda değildi. Sanki görünmez biriydi.
Öğretmenin kendisine bakmasını, bir kez başını okşamasını, sevmesini, arkadaşlarıyla birlikte oyunlar oynamayı istiyordu sadece. Yine adını bir kez duymadan akşam oldu. Çıkış zili çaldı. Öğretmen “İyi akşamlar!” dedi. En yüksek sesle çocuk bağırdı “İyi akşamlar öğretmenim!” Öğretmen fark etmedi. Çocuk, okul merdivenlerinden süzülüp sokak lambalarının loş ışıkları altında kayboldu.
Görünmez çocuk, ortaokula geçtiğinde de hiçbir şey değişmedi. Yine bir duvar dibinde arkadaşlarını seyretti. İlk kez derslerine giren bir öğretmen herkesin kendisini anlatan bir yazı yazmasını istedi. “Bu dünyada varlığımın anlamı yok.” yazdı çocuk. Öğretmen, evde çocukların yazdıklarını incelerken, bir cümleye sığmış derin anlamı hissetti yüreğinde. Ertesi gün gözlerine baktı çocuğun, bir ara fırsat bulup başını okşadı. Çocuk olanlara inanamadı. Yüreği göğsünü yaracak gibi çarptı. Öğretmen, kulağına eğilip “Bir gün evinize gelmek istiyorum.” dedi, usulca. Böyle bir mucize olabilir miydi?
Bir hafta sonra öğretmeni evlerine ziyarete gitti. Annesi vefat edeli çok olmuş, üvey annesi ve kardeşleriyle yaşıyormuş çocuk. Babasına, “Kızınız çok iyi bir öğrenci, benim için de çok değerli. Ona güveniyorum, inşallah başarılı olacak.” dedi öğretmen. Kendisinin evdeki bir eşyadan farkı olmadığını düşünen çocuk insan olduğunu hissetti ilk kez. Öğretmenine sarılmamak için kendisini zor tuttu. Çocuk içten içe annesinin yerine koydu öğretmenini.
Ertesi hafta utana sıkıla gelip “Öğretmenim size mektup yazabilir miyim? “ diye sordu. Her hafta duygularını mektuplara yazıp ona verdi. Çocuğun dünyası değişti. Bir bakış, bir dokunuş küçük kızı hayata yeniden bağladı. Artık onu gören, seven biri vardı yeryüzünde.
Ne zaman kendisini çaresiz ve güçsüz hissetse, öğretmenin kendisini sevdiğini ve değer verdiğini aklına getirdi. Zorluklarla böyle başa çıktı. Liseye daha başarılı bir çocuk olarak başladı. Hırsla çalıştı. Öğretmen olmak istiyordu tıpkı öğretmeni gibi. Üniversiteyi de kazandı . Eğitimini başarıyla tamamlayıp çiçeği burnunda bir öğretmen olarak döndü memleketine. Evinden önce öğretmenini ziyarete gitti. Kapıyı açan öğretmenine sarılıp hıçkırarak ağladı.
-Bu günümü size borçluyum, bana öğretmen değil anne de oldunuz, siz beni görmemiş olsaydınız belki de… içi titredi, cümlesini tamamlayamadı. Derin bir nefes aldı. Öğretmeninin gözlerine baktı.
-Artık ben de görünmeyen tüm çocukları gören bir öğretmen olacağım, söz veriyorum öğretmenim .” dedi.
Kıymetli Anne Babalar,
İnternet ve bilgisayar uzun yıllardan beri hayatımızda yer alıyor. Yakın tarihte teknolojinin hızlı gelişmesi ile bunlara tablet ve akıllı telefonlar da eklendi. Bu nesneler gün geçtikçe hayatımızın büyük bir alanını ele geçirmeye başladı. İşlerimizi kolaylaştırdıkları gibi buna engel de olabilmekteler. Bazı iş yerleri eleman arıyorken ‘‘akıllı telefon kullanmayan’’, ‘‘sosyal medya hesabı olmayan’’ vb. şartlar isteyebiliyor. Hatta bazı kurumlar çalışma ortamında telefon kullanımını yasaklayabiliyor. Sadece iş hayatında değil ülkemizde ve yurt dışındaki pek çok okulda ders saatleri içinde telefon kullanımı yasaklanmış durumda.
Akıllı cihazların gelişmesi ile birlikte ilk olarak 2004 yılında Facebook ile birlikte tanıştığımız “Sosyal Medya”, artık sosyalleşmenin de ötesine geçti. Twitter, Instagram, Snapchat, Youtube gibi farklı platformlar sayesinde arkadaşlarınızla iletişime geçebildiğiniz gibi bilmediğiniz bir konuda bilgi edinebilir, Türkiye ve dünyadaki gelişmelerden anında haberdar olabilirsiniz.
Ekranlardan sürekli bir şeyler geçmekte ve bunlar zamanımızı almaktadır. Veri akışı ve görselin gözlerimizin önünden çok hızlı akıp geçişi, algılarımızı da değiştirdi. Sosyal medyada fazla zaman geçiren kişilerin algı ve dikkat süreleri de kısalmış durumda. Bu aynı zamanda zekâ gelişimine ve hafızaya olumsuz tesir ediyor. Öğrencilerin derslerine daha az vakit ayırmasına veya derslere karşı ilgisiz kalmasına neden oluyor.
Akşam geç saatlere kadar oyun oynayan çocuklar, şiddet ögelerine maruz kalmakta sonrasında ise saldırgan davranışlar sergilemektedirler. Aynı zamanda uykusuz kalmaları nedeniyle melatonin hormonun az salgılanması uyku bozukluğunu ortaya çıkarmakta, ruhsal durumlarını olumsuz etkilemekte ve akademik başarılarının da gerilemesine neden olmaktadır. Dijital aletlerin gelişmesi ile birlikte hayatımızın kolaylaştığı, teknolojik cihazların bize ciddi anlamda destek olduğunu inkâr edemeyiz. Fakat dijital dünyanın ölçüsüz ve aşırı kullanımı sadece çocuklara değil yetişkinlere de zarar vermektedir.
Ortaya çıkabilecek olumsuz etkilerden korunabilmek için birlikte bazı kararlar alabilmeli ve ortak hareket etmeliyiz. Akıllı telefon ve sosyal medya kullanımını kısıtlamalı, aile içi sosyal aktivitelere daha fazla zaman ayırmalıyız. Hele sınava hazırlanan öğrenciler için akıllı nesnelerden ve sosyal medyadan olabildiğince uzak kalmalarını tavsiye ediyoruz.
Muammer Taşdelen
Psikolog
Hanan el-Hroub ile hem kendi hikâyesini hem de Filistinli çocukların meselelerini konuştuk. Kazandığı bir milyon doları ülkesindeki çocuklara harcayan öğretmen, Türkiye’ye ve dünyaya yardım çağrısıda bulundu.
Hanan el-Hroub, ‘Gelecek Eğitimde Platformu’ tarafından bu yıl üçüncüsü düzenlenen ‘Okul Öncesi Eğitim Zirvesi’ kapsamında Türkiye’ye geldi. Hanan el-Hroub ile bir araya geldik ve Filistin’de öğretmen olmayı, yaptıkları çalışmaları ve aldığı ödülü konuştuk.
Hanan el-Hroub, Beytüllahim yakınındaki bir Filistin mülteci kampında büyüdü… El-Hroub, bir gün okuldan dönerken Filistinli bir gencin, İsrail askerlerince öldürülüşüne şahit oldu. Psikolojileri bozulan çocuklar uzun süre okula gidemeyince el-Hroub, hayatındaki en önemli kararı verip, öğretmen oldu.
Evlatlarına ve mahalledeki çocuklara evinde eğitim vermeye başladı. Üstelik bu tedrisatı çocuklara evdeki oyuncaklarla verdi. Bu girişimle el-Hroub dünyaya örnek olacak “Oynayarak öğretmek” metodunu geliştirdi ve adından söz ettirdi.
‘Ortaya koyduğum model şuan Filistin’de müfredata girdi’ diyen el-Hroub, öğrencileriyle güvenilir, saygılı, dürüst ve duyarlı ilişkiler kurmaya odaklanıyor. Ayrıca okuryazarlığın önemine dikkat çekiyor. Öğrencilerini birlikte çalışmaları, bireysel ihtiyaçlara yakın ilgi göstermeleri için teşvik ediyor ve pozitif davranışları ödüllendiriyor. El-Hroub’un bu yaklaşımı, okullarda sık görülen bir problem olan şiddete yönelik davranışlarda bir düşüş yaşanmasını sağladı. Bu başarılarının ardından Hanan el-Hroub, Varsey Vakfının Küresel Öğretmen Ödülü’ne layık görüldü. “Eğitimin Nobeli” olarak adlandırılan ödülle Hanan el-Hroub bir milyon dolar kazandı.
‘Bu parayı nereye harcıyorsunuz’ sorusuna el-Hroub şöyle cevapladı: Filistin’de çocuklar erken ve zorluklarla büyür. Şiddeti sürekli görerek büyürler ve bunu normal zannederler. Ben dünyanın birçok kentini gezdim. Hiçbir yerde sokakta dolaşan asker görmedim. Ama benim ülkemdeki çocuklar savaşla, bombayla ve silahlarla büyüyor. Birçok öğrenci masraflarını karşılayamadığı için üniversite öğrenimini yarıda bırakıyor. Paranın bir kısmını okuyamayan fakir öğrenciler için harcıyorum. Öğretmenleri akademik anlamda yetiştirmek için çabam sürüyor. Filistinli ticaret adamlarıyla bölgemizin kalkınması için projeler geliştiriyoruz. Bölgemizde adaletli huzur ve Filistin’deki çocukların diğer dünyadaki çocuklar gibi yaşamasını istiyoruz. Aradaki fark maalesef bir uçurum ve bizim okullarda sınıf mevcudu oldukça yüksek. Dünyayı dolaşarak bu eşitsizliğin altını çizip ilham oluyorum.
Ödül öncesi etrafımdaki okul hocaları sadece sınıfımı ziyaret ederdi, şimdi bütün dünyadan gelenler oluyor. Sınıfım şu sıralar Hollywood gibi… Ama bu seviyeye gelmem hiç de kolay olmadı.
Öncelikle heyecan olmazsa öğretmenin başarısından söz edemeyiz. Sürekli araştırma yapmaları gerekir. Okul sadece tahta sıra ve masadan ibaret değildir. Müfredata bağlı kalarak büyük yanlışlıklar yapılıyor. Okula ilk giden benim ve en geç çıkan yine benim… Başarı için çalışıp biraz gayret gösterilmesi gerekir.
Yedi senedir öğretmenlik yapan el-Hroub, yaralı ve hasta öğrencileri için de evlerine gidip eğitim veriyor. El-Hroub “Cumhurbaşkanı Erdoğan’la tanışmayı çok istiyorum. Kendisi Kudüs’ü hiç unutmadı. Bizlerin ne zor şartlarda hayatta kalmaya çalıştığının farkında ve bunu sürekli dile getiriyor” dedi.
Türkiye’deki eğitimde güzel dönüşümlerin olduğunu duydum. Bunu beni çok mutlu etti. Filistin’de bizler sınıfta sürekli bir korku içeresindeyiz. Çevremiz bize sahip çıkmalı. Eğitimde desteğe ihtiyacımız var. Kâfi miktarda okulumuz yok. Türkiye’de Filistinli çok öğrenci var ama iki ülke arası etkileşim kopuk… Türkiye hükûmeti bunu desteklerse öncü olmak istiyorum. Tek isteğimiz öğrencilerimizin eğitimlerine devam edebilmesi için okullarımızın artması. Ramallah’ta bir Türk okulu var. Ama biz Filistin’in her şehrine en az bir tane Türk okulu yaptırılmasını arzu ediyoruz.
Medeniyet nedir? Medeniyetin ne olduğu konusunda birbirinden çok farklı tanımlar vardır; biz bu farklı tanımlar içinden Îbni Haldun’un tanımına öncelik verelim. Îbni Haldun da bu tanımı Farabi’den almıştır ve geliştirerek ‘ilm-i ümran’ (medeniyet bilim) adıyla müstakil bir ilim konusu haline getirmiştir. Bu yaklaşıma göre medeniyet ile içtima-ı beşeri yani toplum ve umran kavramları eş anlamlıdır. Bu açıdan baktığımızda medeniyet demek, toplum demektir. Eğer bir yerde toplum düzeni, ictimai bir nizam varsa orada medeniyet vardır. Bundan dolayı, Îbni Haldun’un ilm-i ümran terimini ‘toplum bilim’ olarak tercüme etmek de mümkündür.
Îbni Haldun’a göre medeniyetin ölçüsü bir yerde dinin, ahlakın var olması; iktisadi bir hayatın ve hiyerarşik bir düzenin varlığıdır. Eğer bunlar bir yerde varsa orada medeniyet vardır. Medeniyetin ölçüsü inşa edilen binalar ya da bilimde, teknolojide ulaşılan seviye değildir. Dolayısıyla dünyanın herhangi bir yerinde belli bir düzenin olduğu toplum, medeni toplumdur; o toplum ilkel olarak isimlendirilemez.
Ancak Batılılar kendilerini diğer toplumlardan daha üstün göstermek için medeniyetin kriteri olarak teknolojik gelişmişliği öne çıkarmışlardır. Kendileri de teknolojik olarak diğer toplumlardan daha üstün ve gelişmiş olduklarından onlara göre tek bir medeni toplum vardır, o da Batı toplumudur; diğerleri medeniyet dışıdır, ilkeldir.
Bu açıdan baktığımızda Batılı anlayışa göre Batı dışı toplumlar ilerleyerek Batı’nın geleceği noktaya sonunda varacaklardır. Dolayısıyla onlar sosyal evrim açısından geri kalmışlardır, evrim yoluyla tekâmül ederek Batı’nın şu anda geldiği noktaya geleceklerdir. Bundan Dolayı Marks der ki Batı dışı toplumlar Batı toplumunda kendi istikballerini görürler. Fukuyama da Tarihin Sonu isimli eserinde insanın tarihin başından beri içinden geçmiş olduğu evrim sürecini tamamladığını; bu evrim sürecinin son noktasının da liberal kapitalist düzen olduğunu ve böylece artık evrim ve ilerlemenin bittiğini, tarihin sonunun geldiğini, dolayısıyla artık günümüzde Amerika’nın ulaştığı yerin insanlığın neticede varabileceği en son nokta olduğunu söylemiştir. Ona göre, insanlık daha farklı arayışlar içine girmemelidir; çünkü liberal kapitalist sistemden daha iyisi ve güzeli asla ortaya çıkmayacaktır. Dünyanın diğer bütün toplumları da sonunda buraya ulaşabilmek için gayret etmelidirler; farklı arayışlara girmemelidirler.
Hz. Peygamber (s), asr-ı saadette bir medeniyet kurmuş mudur, kurmamış mıdır?
Bu açıdan baktığımızda bir soru öne çıkmaktadır: Hz. Peygamber (s), asr-ı saadette bir medeniyet kurmuş mudur, kurmamış mıdır? Îbni Haldun’la Farabi’nin ortaya koyduğu kriterler açısından bakarsanız orada son derece huzurlu bir toplumsal düzen, hakikatin bilgisine sahip olan insanlar vardır. Dolayısıyla orada bir medeniyet vardır. Ama Fukuyama’nın veya Batılıların koymuş olduğu teknolojiyi medeniyetin kriteri sayan medeniyet anlayışı açısından bakarsak Hz. Peygamberimizin (s) kurduğu toplum, medeni bir toplum değildir. Niçin? Çünkü çok büyük binalar yapmamıştır ve yaşadığı toplum teknolojik olarak ileri değildir.
Medeniyet araştırmacıları, genelde büyük taş binalara medeniyet eseri olarak bakarlar. Firavunların mısırda inşa ettiği piramitler, Romalıların yaptığı devasa kaleler, binalar… Çünkü bu araştırmacılar, medeniyetin ölçüsü ve kriteri olarak bu taş binaları görmektedir. Onlara göre bir yerde büyük taş binalar yoksa medeniyet de yoktur!
Peygamberimiz (s) ise bunun tam zıttı bir medeniyet anlayışını benimsemiştir. Hiçbir taş bina inşa etmemiş ve geriye dikkat çekecek büyük bir mimari eser bırakmamıştır! Aksine o, ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim, buyurmuştur. Ona göre medeniyetin ölçüsü güzel ahlaktır ve din güzel ahlaktan ibarettir. Dolayısıyla o güzel ahlakın ve güzel ahlak sahibi insan-ı kamillerin mimarıdır, taş binaların değil. Güzel ahlak olmadan, insanları sömürerek büyük binalar inşa etmişsin, insanlardan topladığın vergileri taşa yatırmışsın; bunun ne kıymeti var?
Hz. Peygamber (s), kendine has ve başkalarından farklı bir medeniyet tasavvurunu net bir şekilde ortaya koymuştur: Güzel ahlakı tamamlayan ve hedef olarak bunu esas alan, kendisini güzel ahlaklı insanlar yetiştirerek ispatlayan bir medeniyet tasavvuru. Yoksa büyük taş binalar yapıp farklılığını, güçlülüğünü ve üstünlüğünü o binalarla ispatlamaya çalışan bir medeniyet değil. Burada birbirine zıt iki medeniyet anlayışı ile karşılaşmaktayız.
Eğitim politikamızın öncelikle bu medeniyet tasavvurunu netleştirmesi, böyle bir medeniyet inşasını hedef olarak benimsemesi gerekir. Bir fabrika düşünelim; her bir fabrikanın bir hedefi vardır, bir eşya üretecektir veya başka herhangi bir iş kolunu ele alalım, yapılan faaliyetle bir amaca ulaşılmaya çalışılmaktadır. Eğitim de bir faaliyettir. O halde eğitim faaliyetinin amacı nedir; ne üretilecek, sonunda ne yapılacaktır? Bunun net olması gerekir.
Neden İslam medeniyeti bırakılıp da Batı medeniyeti benimsensin? Bir, böyle bir şeye ihtiyaç yok; iki, böyle bir şey mümkün değil.
Türk eğitim politikasında son asırda benimsenen yaklaşım İslam medeniyetinden kopup toplumu Batı medeniyetine yaklaştırmaktır. Amaç bu şekilde belirlenmiştir; ancak yüzyıl içerisinde ve şu an anlaşılmıştır ki böyle bir şey ne gereklidir ne de mümkündür; böyle bir şeye ihtiyaç da yoktur. Çünkü Türkiye toplumu Afrika’daki ya da Avustralya’daki toplumlar gibi ilkel bir kabile değildir. Kendine ait ve kendine has bir medeniyeti vardır. Neden İslam medeniyeti bırakılıp da Batı medeniyeti benimsensin? Bir, böyle bir şeye ihtiyaç yok; iki, böyle bir şey mümkün değil.
Çünkü bir toplumun hafızası bilgisayar hafızası gibi silinip, o toplumda yeni bir medeniyet yerleştirilemez; çünkü bir toplum kendi medeniyetini tevarüs eder; onu zihninde ve kalbinde taşır. Eğitimin hedefi baştan yanlış belirlenmişse veya hiç konulmamışsa ya da ruhunda bulanıklık varsa o toplumun gençleri belli bir istikamet üzere yetişmez. Eğitim hedefi toplumsal hafızayı silmek olmamalıdır. Aksine eğitimin amacı, toplumsal hafızayı toplumu istikbale taşıyacak şekilde için yeniden ihya ve yeni nesillere aktarma olmalıdır.
Türkiye toplumunun bir “Kızılelma”ya, bir medeniyet idealine ve medeniyet hedefine ihtiyacı vardır.
Onun için öncelikle Türkiye toplumunun bir “Kızılelma”ya, bir medeniyet idealine ve medeniyet hedefine ihtiyacı vardır. Amerika’nın bir hedefi var; Israil’in de bir hedefi var; Iran’ın da bir hedefi var; Avrupa Birliği’nin de bir hedefi var. Türk milletinin hedefleri nelerdir? Bir sene sonra, elli sene sonra, yüz sene sonra neyi gerçekleştirmek istemektedir? Dünya üzerindeki hedefleri nelerdir? Osmanlının bir hedefi vardı. “Kızılelma” deniyordu: Akdeniz çevresini bir İslam coğrafyası haline getirmek. Peki, şu anda medeniyet bağlamında Türk toplumunun kızıl elması nedir? Hedefi nedir?
Eğitim bir toplumun ideal gördüğü insan şeklini yetiştirme vasıtasıdır. Her medeniyetin ideal model olarak gördüğü bir insan tipi vardır. Eğitim de o insanı yetiştirmeye yönelik faaliyet yapar. İslam medeniyetinin ideal insan modeli nedir? “Insan-ı kâmil”.
İnsanı kâmil, bir ütopya değildir. Bunun somut örneği Hz. Peygamber (s) ve onun yetiştirdiği sahabelerdir. İslam’ın amacı, insanı kâmil yetiştirmektir. Şuurlu bir Müslümanın bütün hayatı ibadettir. Yani aile hayatı, ticaret hayatı, her şeyi ibadettir. Sadece namazı değil, her şeyi ibadettir. Öyle ki bir insan Allah’ın kendisini gördüğünü bilerek ilişkiler kurarsa, o toplum çok ileri seviyede olur. Bu, sosyal ilişkilerde ortaya çıkar. Gerçek anlamda “kemal” insanın abdestinde, namazında değil; diğer insanlarla ilişkisinde gizlidir.
İslam medeniyetinin hedefi de insan-ı kamil denilen modele uygun insan yetiştirmektir. Günümüzde de bu hedefi ikame etmemiz gerekiyor. Yoksa Müslümanlar tarafından kurulan birçok özel üniversite var. Bunların eğitim programlarına baktığınızda eğitim programlarının Amerika’daki üniversitelerden kopyalandığını göreceksiniz. Bu durumda şu problem zihinlerde uyanmaktadır: Amerika’daki üniversitelerle aynı eğitim verilecekse bu üniversitelere ne gerek var?
Bu problem, nasıl bir ‘model insan’ yetiştireceğiz sorusunun cevabı verilmediğinden ve eğitim planı onagöre yapılmadığından ortaya çıkıyor. Bir eğitim siyaseti belirlenmemiştir. Önce, toplum olarak nasıl bir model insan yetiştirmek istediğimizin ve o insanın özelliklerinin madde madde belirlenmesi gerekmektedir. Nasıl ki, bir fabrikatör üretime geçmeden önce üreteceği her şeyin çizimini yaptırır, maketini üretir, sonra üretime başlarsa; bizim de eğitim sistemimizde en başından sonuna kadar neyi hedeflediğimizi iyi belirlememiz gerekiyor. Bu, yüzde yüz üretilemeyebilir, mühim değil; ama hedefin net olarak zihinlerde oluşması gerekir. Bir toplumun eğitim sisteminin böyle bir hedefi olmadığında o toplum diğer medeniyetlerin model insanını yetiştirir; öyle ki kendi toplumuna, kendi medeniyetimize muhalif insanlar yetiştiririz; hem de farkında bile olmadan.
Amerikan eğitim sisteminde hakikat nedir sorusu bilimin dışında kabul edilir; fakat İslam eğitim sisteminin amacı insanlara hakikati öğretmektir.
Amerikan eğitim sisteminde hakikat nedir sorusu bilimin dışında kabul edilir; fakat İslam eğitim sisteminin amacı insanlara hakikati öğretmektir. Türk eğitim sisteminin hedefi, insanımızı Batılılar gibi yetiştirip bir mesleğin uzmanı olmasını mı sağlamak; yoksa -meslek eğitimi yanında-gençlerimize hakikati öğretip “insan-ı kâmil” olmalarını mı sağlamak?
Burada iki yol, iki tane medeniyet tasavvuru var, medeniyetlerin amaç edindiği iki farklı insan modeli vardır. Her şeyden önce Batı’dan farklı olabilmek için medeniyet tasavvurumuzu netleştirmemiz gerekmektedir. Çünkü medeniyet tasavvurumuz net değil ise eğitim politikamız da net olmaz. Bu eğitim siteminden de hayalini kurduğumuz insan yetişmez. Amerikan eğitim sistemi ferdiyetçi, girişimci, pragmatist yani menfaatçi, akılcı insan yetiştirmeyi hedeflemektedir. Akılcı, (Bizim dünyamızdaki akıllı ile aynı anlamda değildir.) yani hedefe en kısa yoldan varan kişidir. Bu, şu anlamı da içerir: Hedefe en kısa yoldan giderken dini ve ahlaki kurallar ona engel oluyorsa onlara hiç aldırış etmeyen kişi. Batıdaki din ve akıl çatışması buradan ortaya çıkmaktadır. Kısa yoldan zengin olmayı hedefleyen bir kişi düşünelim. O kısa yol onu nereye götürüyorsa oradan devam edecektir. Faiz haramdır derse, akılcı olamaz. Niçin? Hedefe giden yolda önüne engel koymuş olur.
İmam Gazali aklı ikiye ayırır: Dünya aklı (akl-ı maaşi) ve ahiret aklı (akl-ı meadi).
Oysa bizim geleneğimizde buna “akl-ı maaşi” denir. İmam Gazali aklı ikiye ayırır: Dünya aklı (akl-ı maaşi) ve ahiret aklı (akl-ı meadi). Hz. Peygamber (s), akıllı kişi için “Nefsini aşağılayan ve ahiret için çalışan kişidir.” buyurur. Akılcılık konusunda iki tane farklı tanım: Birisi dünyevi menfaatlerini en kestirme yoldan ilerleten insanı akılcı olarak tanımlıyor; diğeri ise nefsini kontrol eden ve ahiret için çalışan kişiyi akıllı olarak tanımlıyor. Eğitim sistemimiz akılcı adam yetiştirecek; ama Amerikan usulü akıllı mı yoksa Müslüman usullü akıllı mı? Bunların tümü medeniyet tasavvuruyla ilgili sorulardır.
İslam medeniyet tarihine bakıldığında farklı aşamalar görülür. İslam’dan önce bir İslam medeniyeti yoktu, fakat Hristiyanlıktan önce bir Batı medeniyeti vardı. Dolayısıyla Hristiyanlık Batı medeniyetini doğurmamıştır. Hristiyanlık zaten var olan, Batı medeniyetine yamanmıştır. Onun için bir yamadır. Zaten Batı medeniyeti de Hristiyanlığı değiştirmiştir. Ancak, İslam medeniyeti Kur’an ve Sünnet’le ortaya çıkmıştır. İslam medeniyeti, Kur’an’ın inşa ettiği medeniyettir. Kur’an, medeniyet inşa eden bir kitaptır.
Türklerin Müslüman olmadan önceki ve olduktan sonraki tarihlerine bakalım: Müslüman olmadan önce Orta Asya’da çadır kuruyorlardı. Müslüman oldular; Süleymaniye Camii’ni, Selimiye Camii’ni inşa ettiler.
Türklerin Müslüman olmadan önceki ve olduktan sonraki tarihlerine bakalım: Müslüman olmadan önce Orta Asya’da çadır kuruyorlardı. Müslüman oldular; Süleymaniye Camii’ni, Selimiye Camii’ni inşa ettiler. Hangi medeniyet seviyesinden hangisine geçiş yaptılar? Peygamberimize tabi olmak bizi o noktaya çıkardı. Araplar çölde bedevi olarak yaşıyorlardı. Kur’an onlara öyle bir medeniyet enerjisi verdi ki bir anda dünyanın en büyük, en önde gelen medeniyetlerinden bir tanesini inşa ettiler, diğer medeniyetleri de yönlendirecek noktaya geldiler. Bugün hâlâ elimizde Kuran ve Sünnet mevcut; ama bunlardan medeniyetin kurucu gücü olarak hakkıyla istifade edilemiyor.
Dünyada en uzun yaşamış üç devlet vardır: Roma, Çin ve Osmanlı. Osmanlının diğerlerinden farkı baştan sona yedi asır boyunca tek hanedan olması. Roma’da ve Çin’de neredeyse her yüzyılda bir hanedan değişmiştir. Ama Osmanlıda tek hanedan devam etmiştir. Osmanlı bu gücü Kur’an ve Sünnet’ten almıştır.
Îbni Haldun diyor ki, İslam medeniyetini diğer medeniyetlerden ayıran iki özellik vardır: İsnat sistemi ve fıkıh. Bu iki özellik diğer medeniyetlerde yoktur. İkisi de eğitimle ilgilidir.
İslam, medeniyet inşa eden bir dindir. İslam’ı içselleştiren toplumlar her zaman medeniyet olarak yükselmişlerdir. Eğitim de ona göre şekillenmiştir: İslam’ı bir din ve medeniyet olarak öğretmiştir. İslam’da eğitim nasıldır? Şimdi biraz bu soru üzerinde duralım. Îbni Haldun diyor ki, İslam medeniyetini diğer medeniyetlerden ayıran iki özellik vardır: İsnat sistemi ve fıkıh. Bu iki özellik diğer medeniyetlerde yoktur. İkisi de eğitimle ilgilidir.
İsnat sistemi nedir? İsnat sistemi ilmin belgelenmesidir. İsnat, bir talebe bir hocadan eğitim aldığı zaman, talebenin o hocadan eğitim gördüğünün belgesidir. Bu belgeye icazet veya senet de denilir. O belgede ne var? Belge, hocanın hocası, hocanın hocası, hocanın hocası şeklinde peygambere kadar dayanır. Yani ilim nasıl nesilden nesile aktarılmış, o talebeye nasıl gelmiş, o belge bunun belgelenmesidir. İslam’dan önce hiçbir medeniyet buna ihtiyaç duymamıştır. Müslümanlar neden buna ihtiyaç duymuştur? Çünkü İslami toplumsal düzen, o ilim üzerine kurulmaktadır. O kişi, bir ayette ya da bir hadiste tahrifte bulunursa sosyal veya ekonomik hayat krize girebilir. Kur’andan “riba” kelimesini çıkarsan, oluşturulmaya çalışılan ekonomik düzen tamamen değişir. Bundan dolayı, isnat sistemi oluşturulmuştur. Bütün eğitim sistemi bununla yürümüştür. Her alanda icazet verilmiştir.
İsnat, “dayanak” demektir. Bir kişi, ben bu ilme sahibim, dediğinde, o kişiye yöneltilen “Dayanağın ne?” sorusunun cevabıdır? İşte bu yüzden isnat önemlidir. Yani ilmin kaynağı Efendimizden (s) gelmektedir. Böyle bir sistem oluşturulmuştur. Bu sistemin özelliği şudur: Kendi kendini âlim zanneden kişiler ortaya çıkamaz. Nerden icazet aldığı, nerden ilim edindiği sorulur. İcazeti olmayanlar konuşamaz; herkes din adına fetva veremez, hafızlık öğretemez. Her alanda bu belge işin içine girmektedir. O belge aynı zamanda belgeyi alan kişinin o ilmi başkasına verebileceğini, talebe okutabileceğini, hatta kadılık yapabileceğini ortaya koymaktadır. Bu belgeyi kim vermektedir? Bu belgeyi “Âlim” , “Hoca” verir. Günümüzde ise diploma adı verilen bu belgeyi kim vermektedir? Kurum.
Batı, üniversite ve diploma sistemini İslam medeniyetinden almıştır. Örneğin, icazet sisteminde “bildiklerini başkasına aktaramaz” kavramı vardır. Bu, günümüzde de var? Eğitim formasyonu. Eğitim formasyonu olmadan öğretmenlik yapılamaz. İslam medeniyetinde de böyledir. Bunların hepsi İslam medeniyetinin asırlar önce ortaya koyup uyguladığı sistemlerdir. Batılılar bu sistemi İslam medeniyetinden alıp tahrif etmişlerdir. Nasıl? Silsileyi kaldırmışlardır. Niçin? Çünkü Batının isnadı yok, Hz. Isa’dan beri devam eden bir silsilesi yoktur.
Batı sisteminde icazeti kim verir? Kurum. Önce, kilise vermekteydi. Laikleştikten sonra devlet vermeye başladı. İsnat sisteminde ise bir eğitim aldığınıza dair icazet alınacaksa bu icazeti devlet veya kurum vermez. Hangi âlimden, hangi hocadan o ders alındıysa icazeti o verir. İslam medeniyetinde bir âlim YÖK’ün, Milli Eğitim Bakanlığının, Diyanet İşleri Başkanlığının ve Adalet Bakanlığının yetkilerine sahiptir. Öyle bir icazet verir ki o icazet o kişiye müderrislik, hüküm (fetva) verme ve kadılık yetkisi verir. Bu yetkileri günümüzde bakanlıklar vermektedir. Bu yetkilerin hepsini İslam medeniyetinde o âlim, talebesine vermekteydi.
Günümüzde Batı medeniyetinde kurumsal sistem vardır. Başka bir deyişle seri üretim. Hoca sınıfta talebelere dersi anlatır ve gider. İmtihanda doğru yazanlar geçer. Hoca talebeyi tanımaz bile. Belki o talebe hocayla bir dakika bile vakit harcamadan notunu alıp geçer. Sonuçta, talebe kötü yetiştiğinde kimden hesap sorulacak? İcazet sisteminde talebenin hocasının adı oradadır ve altında imzası vardır. O talebe yanlış yaptığında hoca sorumlu tutulur. Bu, şuna benzer: Bir fabrikada basılmış resimler düşünün. Bir de bir ressamın kendi eliyle bir resim yaptığını, emek verdiğini, altına da ismini yazdığını. Bu ikisi bir olur mu? Biri, eserinin altına şahsen imzasını atmaktadır. En başından itibaren kendisi uğraşıp yapmıştır. Diğeri ise seri üretim… Fabrikadan çıkmıştır. Altında da kimsenin imzası yoktur. Arada böyle büyük bir fark var.
Diğer taraftan, isnatla hocadan talebeye aktarılan şey sadece bilgi değildir. O bilginin tatbikatıdır aynı zamanda. Çünkü isnat sisteminde hoca talebeye ilim öğretir. Ayrıca o talebenin öğrendiği ilmi tatbik edip etmediğine bakar. Eğer tatbik etmiyorsa ona o icazet verilmez. İsnat sisteminin farkı sadece bilginin değil, onun tatbikinin de, yeni nesle aktarılmasındadır. Yani eğitimin amacı “insanı kâmil” yetiştirmektir. Somut örneği de peygamber ve ashabıdır. İsnat sistemi bu şekilde işlemiştir. Medeniyetimizin ışığındaki bu işleyiş Batı etkisine kadar böyle devam etmiştir.
İslam medeniyetinde düşünce metodu, sosyal problemleri çözme aracı olarak “fıkıh” uygulanmıştır. Fıkıh denince Ebu Hanife’nin anladığı “fıkh”ı anlamak gerekir. Fıkıh, kişinin hak ve sorumluluklarının bilinmesidir. İmam Şafi’nin tanımını hatırlatmak gerekirse: Ayrıntılı delillerden hareketle hükümlere ulaşmak. İmam Şafi “fıkh”ı metot açısından, Ebu Hanife ise netice açısından tarif eder. Aslında ikisi de aynı şeyi söylemektedir.
Günümüzde insan davranışını konu edinen iki tane ilim var: Birisi İslam medeniyetinin geliştirdiği “fıkıh” ilmi, diğeri ise Batının geliştirdiği “sosyal bilimler” . İslam’da insan davranışı (amel), fıkıh ilmiyle incelenir. Batıda ise bunu “sosyal bilimler” inceler. Demek ki iki medeniyet ayrı ayrı iki tane ilim geliştirmiştir.
İnsan davranışları (amel) incelenirken hangi pencereden değerlendirilecek? Eğer İslam medeniyeti tasavvurundan değerlendirilecekse fıkıhtan, Batı medeniyeti açısından değerlendirilecekse sosyal bilimlerden ilerlemek gerekmektedir. İslam medeniyetinde insan davranışları, aile yaşamı, sosyal hayattaki problemler fıkıhla çözülmektedir. Bu, modernleşme dönemine kadar böyle devam etmiştir.
Modern dönemde isnat kopmuştur, fıkıh yerine sosyal bilimler uygulanmıştır. Bu, isnatsız eğitim veren modern okullarla gerçekleşmiş, İslami ilimler akademikleşmiştir. Bu, bütün İslam dünyasında olmuştur. İslam dünyasının en muhafazakâr devleti Suudi Arabistan’dır. Orada da aynısı olmuştur. Batı eğitim sistemi alınmış, isnatsız eğitim verilmiştir. Türkiye’de de fıkıh artık pozitif bilim olarak görülmemektedir.
Fıkıhta şöyle bir kaide vardır: Bir içtihat diğer bir içtihadı ortadan kaldırmaz. Yani bir içtihat usulüne uygun ortaya çıkmış ise o herkesin saygı duyacağı bir içtihattır. Usulü fıkıh tatbik edildikten sonra ortaya farklı sonuçlar çıkabilir. Günümüzde bizlerin bu metodolojiye yeniden dönmesi gerekmektedir. Bu metodolojiyi kendi varlık ve bilgi anlayışlarına uygun olarak Müslümanlar geliştirmiştir.
Usul-i fıkıh ile üretilen fetva, hüküm, içtihat, düşünce ve teoriler İslamidir. Bunun dışındakiler İslami olamaz. Günümüzde Batı’dan ithal bazı başka metotlar usulü fıkhı ortadan kaldırmak için kullanılmaktadır. Usulü fıkıhla hareket edildiğinde faiz, zina helaldir denilemez. Ne olursa olsun bu metodoloji, kişinin belli çerçeveden çıkmasına izin vermez. Ama başka metotlar kullanılarak heva ve nefse uygun bir takım yorumlar yapmak mümkün hale gelebilir.
Kısaca söylersek yukarda dile getirilen hususlar bizi dört sonuca götürmektedir:
• birincisi, ideal insan modeli (insanı kâmil) eğitimin amacı olarak yeniden tespit edilmelidir;
• ikincisi, eğitimde hoca talebe ilişkisi yeniden geliştirilmeli, seri üretim reddedilmelidir;
• üçüncüsü, usulü fıkıh bir düşünce metodu olarak yeniden yerleştirilmelidir;
• dördüncüsü, sosyal meselelerin araştırma ve çözümünde sosyal bilimler değil, fıkıh ilmi kullanılmalıdır şeklinde bir paradigma değişikliğine gidilmelidir.
Günümüz sorunlarını sosyal bilimlerle çözmeye kalkışmak işin içinden çıkılmaz durumlar doğurmaktadır: Faizsiz ekonomi olmaz, anlayışı ileri sürülmektedir. Müslümanlarsa bu anlayışı nasıl kendine göre çevirebileceğini düşünmektedir. Bir Müslüman psikoloji ilmini nasıl kendine rehber edinecek? Freud, bütün psikolojik rahatsızlıkların cinsel tatminsizlikten doğduğunu kabul etmektedir. Psikoloğa gidildiğinde zina yap, tatmin ol, rahatla, demektedir. Bu, Müslümanlar tarafından nasıl bir ilim olarak kabul edilecek? Bütün bunlar ilim değil, ideolojidir.
Nitekim Cemil Meriç: “Sosyoloji Batının seküler teolojisidir. Bizim kendimize dönmemiz lazım. Kendimize dönmek de Îbn Haldun’a dönmektir.” der.
Îbn Haldun, fıkhın amacını şöyle tanımlar: “Fıkhın amacı medeniyeti korumaktır.” Fıkıh derken Ibn Haldun’un, İmam Ebu Hanife’nin fıkıh anlayışını kastediyorum. Böylesine bir fıkıh anlayışının insan davranışının incelenmesinde, insan problemlerinin çözümünde yeniden kullanılması gerekmektedir.
Bu dört maddeyi uygulamak tabii ki kolay değildir. Yanlış istikamete yönlendirilmiş bir medeniyetin yeniden rayına oturtulması gerekmektedir. Bunlar tabii ki hemen gerçekleşecek değişimler de değil. En azından yanlışları tespit edip doğruları ortaya koymaya çalışmak gerekmektedir.
Kaynak: Medeniyet Tasavvuru Dergisi, Sayı:1, Ekim 2014, Prof.Dr. Recep ŞENTÜRK, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, yarı yıl tatilinde öğrencilerden yeni hayaller kurmalarını ve yeni yerler görmelerini istedi.
Selçuk, yarı yıl tatili dolayısıyla Twitter hesabından paylaşımda bulundu.
Bütün denizler sizin. pic.twitter.com/WkLCnbJEb9
— Ziya Selçuk (@ziyaselcuk) January 18, 2019
Mola denince sıklıkla dinlenmenin algılandığını hatırlatan Bakan Selçuk, oysa denizcilerin “mola” dediklerinde hareket ettiklerini belirtti.
Selçuk, mesajında şunları kaydetti: “Halatların bağlandıkları yerden fora edilmesine, çözülmesine denizciler ‘mola’ diyorlar. Yani hareket ondan sonra başlıyor. Bugün biz de bütün öğrenciler için hep beraber ‘mola’ dedik. Bizim verdiğimiz bir ödev yok ama sizin yapacak çok şeyiniz var. Yeni hayaller kurun, yeni birilerini tanıyın, görmediğiniz yerler görün, bilmediğiniz şeyler öğrenin, kendinizi dinleyin, kendi sesinizi duyun. Bunlardan daha anlamlı on beş tatil ödevi düşünemiyorum. Evet, halatlar çözüldü. Şimdi bütün denizler sizin, yol sizin, yolculuk sizin.”
Kaynak: haberturk.com
Grafik okuma becerisinin çocuklukta kazanılması gerektiğini belirten uzmanlar, C’est la Vis adında bir uygulama geliştirdi.
Günümüzde sosyal medyada ya da geleneksel medyada yalan haberlerle karşılaşma ihtimalimiz oldukça yüksek. Bu durum güvenilir bilgiler edinmemizi önlüyor. Güvenilir kaynakları takip etmeye çalıştığımızda ise bize sunulan verileri her zaman anlayamayabiliyoruz. Uzman olmadığımız konularda okuduğumuz metinler bazen fazla soyut kalabiliyor. Bunun için konunun uzmanları, farklı veri görselleştirme araçları kullanarak bize konuyu daha detaylı olarak anlatmaya çalışıyor.
Veri görselleştirmenin en etkili yöntemlerinden biri grafikler. Çocukluğumuzdan beri çember grafikler, çizgi grafikler ya da çubuk grafikler görmeye alışkınız. Peki her gördüğümüz grafiği olması gerektiği gibi okuyabiliyor muyuz? NASA’da çalışan veri görselleştirme uzmanı Başak Alper, Microsoft Research’ten Nathalie Henry Riche, INRIA’dan Fanny Chevalier, Birleşmiş Milletlerden Jeremy Boy ve Koç Üniversitesinden Metin Sezgin bu sorunun yanıtını aramak için bir araştırma yürüttü.
ABD, Fransa ve Türkiye’den okul öncesi ile 4. sınıf arasındaki çocukların ders kitaplarını inceleyen araştırmacılar 1500 sayfada toplam 2 bin 600 görselle karşılaştı. Bu görseller çember grafik ya da çizgi grafik olmasa da sekiz rakamını anlatmak için sekiz tane ineğin yan yana durduğu bir görsel gibi, soyut bir konuyu somutlaştırmaya yönelik görsellerdi. Çubuk grafik gibi daha karmaşık görsellerin ise 2. ya da 3. sınıf kitaplarında çocukların karşısına ilk kez çıktığı görüldü.
Uzmanlar çocukların okul sıralarında grafik okumayı öğrenmesinin gelecekte hem çalışacakları alanda hem de genel konular hakkında bilgi edinebilmeleri için önemli olduğunu söylüyor. Verinin her geçen gün daha önemli bir hale geldiği düşünüldüğünde, veri okuyabilmek gelecekte en çok ihtiyaç duyulacak yeteneklerden birisi.
Çocuklara grafik okumayı öğretebilmek için ekip bir tablet uygulaması geliştirdi. C’est la Vis adlı uygulama, çocuklara önce benzer nesneleri bir arada gruplamayı daha sonra bunları üst üste koyarak kolayca karşılaştırmayı öğretiyor. Aşağıdaki görsellerde farklı renkteki balıklar önce bir arada gruplanmış şekilde gösteriliyor. Daha sonra balık görselleri üst üste dizilerek kolay karşılaştırılması sağlanıyor. Son olarak balık görseli tamamen ortadan kaldırılarak her bir balık türü sadece çubuk grafikteki bir renkle temsil ediliyor. Uygulamayı buradan görüntüleyebilirsiniz.
Bazı çocuklar grafikleri ders kitaplarında gördüklerinde anlayabiliyor ama önemli bir kısmı, ayrıca eğitim verilmediği taktirde, grafikteki verileri nasıl okuyacağını bilemiyor. Ekip bu eğitimin önemine dikkat çekiyor ve C’est la Vis uygulaması ile çocukların grafikleri daha iyi öğrenebileceğini düşünüyor. Ancak uygulamanın başarısı konusunda henüz bir deney yapılmış değil. Bu yüzden uygulamanın ne kadar faydalı olduğu bilinmiyor. Ekip ABD’nin Seattle şehrinde, daha önce hiç grafik görmeyen çocuklara uygulamayı gösterdiğinde çocukların uygulama ile ilgilendiğini ve öğretmenlerin de uygulamanın çocuklar için faydalı olduğunu söylediğini belirtiyor. Yine de konu ile ilgili deneyler yapmadan sonuca ulaşmak mümkün değil.
Doğru bilgiye ulaşmak gitgide daha önemli ve daha zor bir hale geliyor. Demokrasilerde halk kendisi için en doğru adaya oy verecekse, öncelikle doğru bilgiler alıyor olması gerek. Bu yüzden görselleştirilmiş verileri okuyabilmek sadece bireyler için değil, toplumun geleceği için de önem arz ediyor.
Kaynak: dunyahalleri.com
Orjinal: https://qz.com/1307848/people-dont-understand-how-to-read-charts-fixing-it-starts-with-kids/
ASELSAN ile Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü arasında imzalanan protokol ile ASELSAN Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi kurulacak.
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, Savunma Sanayii Başkanı İsmail Demir ile ASELSAN Genel Müdürü Haluk Görgün’ün katılımıyla savunma sanayinin ihtiyacı olan nitelikli iş gücünün yetiştirilmesine katkıda bulunmak amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü (MTEGM) ile ASELSAN arasında şirketin Macunköy Tesisleri’ndeki iş birliği protokolü imza töreni gerçekleştirildi.
Bakan Selçuk, burada yaptığı konuşmada, önemi ve anlamı açısından protokolün ASELSAN tesislerinde imzalanmasından dolayı yetkililere teşekkürlerini ileterek, öğrencilerin bu tesisi sadece gezmesinin bile ufuklarını geliştireceğini vurguladı.
Söz konusu çağa çok farklı isimler verildiğini, bunlardan birinin de “tekillik çağı” olduğunu anlatan Selçuk, “Yani dijital, fiziksel ve biyolojik olanın aynı bedende, vücutta olacağı bir çağdan söz ediyoruz. Buradaki makinelerin aynı zamanda biyolojik ve dijital olanı da içine aldığı bir gelecekten söz ediyoruz. Belki 15-20 sene sonra bu üçünün bir arada olduğu makine, teçhizat ve aksamları burada görme imkanımız da olacak. Böyle bir geleceğe hazırlanan çocukların da hak ettiği bazı değerler var ve biz o değerleri vermekle mükellef olan insanlarız. Çünkü belirli makamlarda oturuyoruz.” ifadelerini kullandı.
Kurumları, insanları bir araya getirme hedefi
Bakan Selçuk, bugün günlük hayatta görülen birçok araç ve gerecin “uzaydan gelen bilim” olarak tasvir edildiğini belirterek, özellikle NASA’nın bazı çalışmaları, astronotlar ve uzaydaki ihtiyaçlar için geliştirilen pek çok araç gerecin “tencere-tava”, “nabız ölçer” gibi günlük hayatın içerisine girdiğini dile getirdi.
Selçuk, şu değerlendirmede bulundu:
“Eminim ki burada üretilen bazı şeyler bizim Organize Sanayi Bölgemizdeki sıradan üreticilerin ihtiyaçlarını da doyuracak birtakım bilgileri içerecektir. Bu anlamda belki şunu söylemek lazım, biz bağımsız olarak çalışma konusunda elbette bazı yetkinliklere sahibiz ama bu çağın takım olma, ekip olma becerisi öne çıktığı bir çağ olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aslında takım olma sadece insanlar arasında değil kurumlar arasında da bir takım olmadan çok rahatlıkla söz edilebilir. Ekip olmamız ve bir ekosisteme ortak olarak hizmet etmemiz gerekiyor.
Eğer biz bu ekosistemi kurar ve bir habitat yeşertebilirsek herkes bulunduğu yerde ürettiği katma değeri aritmetik olarak artırmak değil artık tekillik çağının gerektirdiği üssel bir artışla ortaya koyma zaruretiyle karşı karşıya gelecektir. Çünkü bizim artık aritmetik ya da geometrik artışla dünyayla rekabet etme ihtimalimiz çok da kalmadı. Yeni teknolojilerin sağladığı imkanlarla üssel birtakım değişimler, dönüşümler yapmak çok mümkün. O da bu ekosistemi getirmekle mümkün oluyor. Yani kurumları, insanları bir araya getirmek ve bir senkronizasyon oluşturmak. Bu anlamda burada bu atmosferdeki yapının bunu doğuracağı konusundaki kanaatim çok güçlü.”
Bakan Selçuk, çalışmada emeği geçen herkese teşekkürlerini ileterek, “Çok değerli arkadaşım, dostum, Bakan Yardımcımız Mahmut (Özer) Bey’in bu konuyla ilgili ısrarı, peş peşe yaptığı birtakım görüşmeler ve bu meselenin hayat geçebilmesi için gösterdiği üstün gayret ve Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğümüzün bu konudaki çabası çok takdire değer. İnşallah bu bir numune olacak ve bununla ilgili benzer kuruluşlarımızda benzer atılımlar hayata geçireceğiz.” diye konuştu.
Savunma Sanayii Başkanı İsmail Demir ise protokolün bir başlangıç olduğunu söyledi.
Mesleki ve teknik eğitimin yıllarca konuşulan ancak önemli başarı sağlanamayan alanlar arasında bulunduğuna işaret eden Demir, eksikleri gündeme getirirken çözüm üretmenin de çok önem taşıdığını belirtti.
Demir, “Mesleki ve teknik eğitimde iş birliğinin sadece ASELSAN’da değil, savunma sanayisinin genelinde hakim olması için başkanlık olarak diğer şirketlerimizi de harekete geçireceğimizi belirtmek istiyorum. Diğer şirketlerimizde de bu yönde bir iştahın, çabanın, gayretin olduğunu biliyorum. Bir hafta içinde inşallah başka neticeler de alacağız.” dedi.
Şirketler olarak öğretmenlere de kapılarının açık olacağını dile getiren Demir, şirket çalışanlarından alanını iyi bilen, eğitimde istihdam edilebileceklere yönelik bir geçişkenliği sağlamayı da önemli gördüklerini ifade etti.
ASELSAN Genel Müdürü Haluk Görgün de, protokol ile savunma sanayisinin ihtiyaçlarına yönelik nitelikli iş gücünün yetiştirilmesi yönünde mesleki ve teknik eğitimin iyileştirilmesi için önemli bir adım attıklarını, açılacak ASELSAN Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde anadolu teknik programını uygulamayı hedeflediklerini söyledi.
Okulda, savunma elektronik sistemleri ve savunma mekanik sistemleri programları açacaklarını dile getiren Görgün, öğretim programlarını savunma sanayisinin ihtiyaçlarına uygun olarak genel müdürlük ile birlikte geliştirip, güncelleyeceklerini belirtti. Görgün, şöyle konuştu:
“Açacağımız okul ve yapacağımız çalışmalarla hem ASELSAN’ın hem de diğer savunma sanayisi firmalarının ve alt yüklenicilerimizin ihtiyacı olan nitelikli iş gücüne katkı sağlamış olacağız. Bu projenin savunma sanayisi ekosisteminin gelişimi için çok önemli bir model olacağı inancı taşıyoruz. Uzun soluklu olan bu çalışmalarla teknik eğitim almak isteyen ülkemiz gençlerine yeni bir yol açarak onların hedeflerine katkı sağlayacak olmak bizi umutlandırıyor.”
İmzalanan protokolle MTEGM ve ASELSAN iş birliğiyle savunma sanayine yönelik nitelikli insan gücünü yetiştirmek amacıyla yapılacak mesleki ve teknik eğitim faaliyetleri belirlendi. Protokol kapsamında ASELSAN ile Türkiye’nin ortaöğretim alanında savunma sanayi sistemlerine yönelik ilk Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi kurulacak.
Açılacak ASELSAN Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesinde, “Elektrik-Elektronik Teknolojisi”, “Makine Teknolojisi” alanları ile “Savunma Elektronik Sistemleri” ve “Savunma Mekanik Sistemleri” dalı programları açılacak. Söz konusu dalların öğretim programları savunma sanayi ihtiyaçlarına yönelik olarak ASELSAN ve MTEGM tarafından oluşturulacak bir çalışma ekibiyle geliştirilip, güncellenecek.
Alan/dal derslerinden uygun bulunanlar ASELSAN eğiticileri ve uzmanlarınca verilecek. Okulun alan öğrencilerinden uygun olanlara ASELSAN tesislerinde staj imkanı da sağlanacak.
Okul atölye ve laboratuvarlarının yeni teknolojilere dayalı olarak donatılması, desteklenmesi, okul alan mezunlarının ASELSAN’da istihdamlarına öncelik sağlanması, okulun başarılı öğrencilerine burs verilmesi, okula temrinlik malzeme desteğinin sağlanması, okul mezunlarından uygun bulunanlara, araştırma üniversitelerinin ASELSAN’ın ilgi alanına giren mühendislik bölümlerinde öğrenim görmeleri halinde, yükseköğrenimleri sırasında burs verilmesi gibi faaliyetler de protokol kapsamında ASELSAN tarafından gerçekleştirilecek.
Kaynak: AA
21. yüzyıl becerileri günümüzde yenilikçi eğitimden bahsederken en sık kullanmaya başladığımız kavramlardan biri. 21. yüzyıl becerileri olarak geçen becerilerin yaratıcı düşünme, problem çözme gibi bilişsel becerilerin yanı sıra duygularını anlama, ifade etme, empati, takım çalışması gibi birçok farklı sosyal ve duygusal beceriyi de içerdiğini görüyoruz. Sadece akademik bilginin yeterli olmadığı, sosyal-duygusal becerilerin kişinin başarı ve mutluluğunda en az akademik bilgiler kadar rol oynadığı konusunda artık birçok eğitimci hemfikir. Bir başka kabul gören de, yaşam boyu öğrenme olgusu: Eğitimin okulda başlayıp okulda bitmediği, aslında tüm hayat boyu devam eden ve etmesi gereken bir süreç olduğu gerçeği. Tüm bunları kabul ederken pek de tartışılmayan bir konu ise; bu bütünsel, yaşam boyu öğrenmenin bir sınıfın içinde 40 dakika ders, 10 dakika teneffüs formatında nasıl mümkün olabileceği. Çocuklara, sınıfın içinde tüm bu farklı beceri setlerini kazanmaları için türlü türlü öğretim programları tasarlarken, aslında bu becerileri en kolay yoldan, uygulamalı olarak kazanacakları ortamlardan onları uzak tutmuş olmuyor muyuz?
John Dewey’nin Deneyim ve Eğitim (1938) adlı kitabında, gerçek hayattan kopuk olarak edinilen bilgiler, boşa geçen zaman ve emek olarak tasvir edilir. Çoğu öğretmen de zaten bu durumun farkında. Bu nedenle, matematik problemlerini, okuma-yazmayı mümkün olduğunca çocukların deneyimlerine, hayatlarına bağlayarak anlatmaya çalışıyor, hayat bilgisi ve fen bilgisi derslerinde birçok irili ufaklı deney yapıyorlar. Peki bundan bir adım daha ilerisine gidilemez mi? Çocuklara gerçek hayatın küçük taklit örneklerini hazırlamak yerine, hayatın içinde öğrenmeyi eğitim sistemimizin bir parçası haline getiremez miyiz? Ölçme-değerlendirme, güvenlik, öğretmenlerin pedagojik altyapısı gibi birçok haklı kaygıyla, acaba eğitim adına en önemli fırsatları sırf okul duvarlarının dışında kaldıkları için elimizden kaçırıyor olabilir miyiz?
Okul ve okulun çevresi arasındaki ilişki ile ilgili olarak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Okullar Hayat Olsun” projesi bu konuda (bazı yerlerde uygulamada sorunlar yaşansa da) iyi ve doğru bir başlangıç olabilir. Öte yandan, “Okullar Hayat Olsun” projesi, daha çok okul alanlarının “okul saati dışında” çevredeki yaşayanların hizmetine açılmasına olanak verdi; dolayısıyla, okullarda hayat aslında çocukların okul saati bittikten sonra başlamak üzere planlandı. Acaba okulların ve eğitimin hayatın içinde olması için öğrenciler adına da birkaç adım daha atmak mümkün olabilir mi?
Örneğin, yetişkinlerin de aynı saatlerde çocuklarla aynı koridorları, sınıfları paylaşarak eğitim görmeleri ve üretmeleri de ileride eğitim adına bir seçenek olabilir mi? Öğretmenler dışında, farklı alanlarda çalışan kişiler düzenli olarak derslere davet edilebilir, bilgi ve deneyimlerini öğrencilerle paylaşabilirler mi? Acaba pedagojik eğitimi olmayan bir kimse ile çocuk arasında etkileşim kurmak, gerçek bir ressam, mühendis, pilotla çocukların düzenli olarak çalışmasını, vakit geçirmesini sağlamak nasıl olur? Amerika Birleşik Devletleri’nin Massachusetts eyaletinde bulunan, genellikle ailelerin okula göndermek istemeyen ailelerin çocuklarının sosyalleşmesi ve öğrenmesi için kurulmuş olan North Star Teens ve Parts and Crafts okul olmayan; fakat bu şekilde bir eğitim anlayışını benimsemiş iki farklı öğrenme ortamı. North Star Teens’deki çocuklar kendi öğrenme programlarını kendileri belirliyor, kendi ilgi alanlarında bilgi ve deneyimi olan gönüllü yetişkinlerden düzenli ya da tek seferlik dersler alıyorlar. Kendisini aile ve mahallelinin üretim merkezi ve atölyesi olarak tanımlayan Parts and Crafts da yine öğrencilerin kendi ilgi alanlarına göre profesyonel olarak öğretmenlik yapmayan yetişkinlerle beraber üretim yapabildiği bir alan. Parts and Crafts’ta eğitmen ve öğrenciler değil yan yana çalışan çırak ve ustalar, beraber üreten yetişkin ve çocuklar var.
Öğrencilere hayatın içinde öğrenme fırsatını vermek için okul gezileri de bir başka güzel araç olabilir. Okul gezileri, yılda birkaç kez yapılan hoş zaman geçirme aktiviteleri olmaktan çıkarılıp, okul programının vazgeçilmez bir parçası haline gelebilir, hatta “gezip görmekle” sınırlı kalmayıp çocukların farklı işler deneyimlemeleri, gerçek hayattaki problemler üzerine çözüm geliştirmeleri için eğitim fırsatlarına dönüştürülebilirler mi? Örneğin, New York’taki I-School, olaya dayalı öğrenme modelini benimsemiş bir okul. Bu öğrenme modelinde öğrenciler dışarıda deneyimledikleri bir olay, karşılaştıkları gerçek bir müşterinin talebi, okula gelen gerçek bir ziyaretçinin bahsettiği gerçek bir sorundan yola çıkarak kendi öğrenme projelerini gerçekleştiriyorlar. Çoğu zaman, öğrenme yolculukları onları okulun dışındaki iş yerlerine, belediye binalarına, fabrikalara götürüyor; böylece, gerçek çalışma yerlerinde gerçek problemlerle uğraşırken öğreniyorlar.
Elbette çevre deyince bunu sadece okulun etrafındaki köy ya da mahalle ile de kısıtlamamak lazım, doğal çevre de tabi olarak bu çevreye dahil. Çocuklara saatlerce tahtada yaprak çizmek, çevreyi korumanın önemini anlatmak yerine elleri çamur, bitkilerle ve hayvanlarla oynarken bu konulara kısaca değinmek daha etkili bir öğretim yöntemi olmaz mı? Ya da matematik, mısır taneleriyle; geometri, ağaç dallarıyla öğrenilemez mi? Tayland, Chiang Mai’daki School for Life hayatın ve doğanın formel eğitimle iç içe geçtiği en güzel örneklerden biri. Özellikle dezavantajlı çocuklar için eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması için onları “normal” bir okula göndermenin yeterli olmayacağı düşüncesiyle ortaya çıkmış. School for Life’ta okul kampüsünde, bir bisiklet tamir dükkanı, gelen turistlerin konaklaması için bir turizm işletmesi, bir lokanta, organik tarımın yapıldığı bir arazi var. Gelecek yıllarda çevre halkın ürünlerini satmak için okulda dükkan ve atölyelerin de açılması planlanıyor. School of Life’ın eğitim modeli içerisinde çocukların tüm bu alanlarda çalışmalarına olanak tanınıyor, bu çalışmaları okulun öğretim programıyla birleştirmek için “Mükemmellik Merkezleri”(Centres for Excellence) adında öğrenme ortamları oluşturulmuş. School for Life’taki her öğrenci Organik Tarım, Kültüre Duyarlı Turizm, Beslenme ve Sağlık, Teknoloji ve Ekoloji gibi çalışma alanlarından birini seçerek hem okuldaki ilgili yerde çalışıyor hem de almaları gereken akademik bilgileri çalıştıkları alanlarla ilişkilendirerek alıyorlar.
Elbette buradaki tüm önerilerle ilgili ailelerle, bürokrasiyle, öğretmenlerle, idarecilerle ilgili “ama…” diye başlayan itirazlar sıralanabilir; ama “Okul duvarının öbür tarafında ne yapılabilir?”, hatta bunun da ötesinde, “Okulların duvarları çocukların güvenliğini ve eğitim kalitesini riske atmadan nasıl daha geçirgen ve şeffaf hale getirilebilir?” soruları 21. yüzyıl becerileri gibi konulardan bahsederken hepimizin aklının bir köşesinde olması gereken sorular.
Kaynak: Medium.com – Mine Ekinci, Köy Okulları Değişim Ağı (KODA)